13 Ağustos 2015 Perşembe

replika telefon ve modern islam67

replika telefon ve modern islam67

replika telefon en güzel bilgileri yazan replika telefon dediki Nitekim Avrupa’da ilk kez bir başka Protestan filozof )ohn Locke 1695’te yayınladığı The Reasonableness of Christianity 'dâh eserinde makul bir dini savundu; çünkü Hıristiyanlığın makuliyet krizi, meşruiyet krizi anlamına geliyordu. Meşru
(Jegitimate), ilim ile amelin birleştiği hikmet {reason) kavramına göre normatif ite bilişselin birleştiği makul (reasonable) anlamına geliyordu;^* oysa aklî [rational), sadece bilişseli ifade ediyordu. Hıristiyan Avrupa’da olduğu gibi vahim bir meşrui-ye\=makuliyet krizinin akliyetin hâkimiyetine yol açması mukadderdi. Hıristiyanlığın normatif yapısının çözülmesi sonucu büyüsünü kaybeden bir dünyada artık insanlara yön verecek bağlayıcı değerler yerine sadece rutin beşerî ihtiyaçların
karşılanması gibi amaçları gerçekleştirecek araç-sal değerlerin aidi tayinine imkân kalmıştır.
Meşruiyet!akliyet ayınmı, en net ilim/amel, din/dünya ilişkisi bakımından kavranabilir. Arapçada aynı kökten türeyen bu kelime çiftlerinin birincileri kurtuluşa yönelik beşerî deneyimin kaynakları, İkincileri ise hedefleridir; ilim, amel, din, dünya için gelmiştir. Oysa Derrida’nın logosentrisizm kavramıyla eleştirdiği Hıristiyan eskatolojik zihniyetin Tanrı’ya bağlı mutlak bilgi kaynağına, theo-hlogodd vurgusu, ilim ile din’m, hedefleri amel ile dünya'Adn koparak tedeyj'üne dönüşmekten, dünyayı anlamlandırmaktan aciz kalmasına yol açmıştı. Paul’un legalistik Yahudiliğin bir antitezi olarak tasarladığı logosentrik Hıristiyanlık, bir "altın kural” ahlakına indirgenerek dinin iskeletini oluşturan hukuktan soyutlanmıştır. Böylece Yahudilik ve İslam’a nisbetle formel yapısı zayıflayan Hıristiyanlık sosyal hayatı sürdürmekte zorlanacak (Robertson 1970: 94), realiteye karşılık veremediği için de vahim bir meşruiyet krizine yol açacaktı.
^ Hemming 2000. Modern araştırmacılar tarafından akli ile majfu/arasındaki fark kavranamadığı içindir ki Locke’un bu eserindeki temel tezleri paradoksal olarak görülmüştür (Fraser 1896, Pearson 1978).
308 BEDRİ GENCER
Bu durumda noınolojik zihniyet, dünya ile ame/ç öncelik verir, çünU hedef, insanı dünyada kurtuluşa götürecek ameldir. Baxter’ın zühd\-^^ ramına aktif yorumlaması, Kant’m amelî hikmete {practical reasorj^ Hume ve Cornte gibi pozitivistlerin olgulara, Peirce gibi pragmatistlerir^ eyleme, Marx’m praksise, kurtuluş teologlarının ortodoksiye karşılıi^ ortopraksiye öncelik vermesi, hep teolojik spekülasyonlara boğularak dün. yayı ihmal eden Hıristiyanlığa tepki olarak her halükarda beşeri realiteyi sürdürme kaygısından kaynaklanmıştır. Bu, dünyaya vurgu, modemizmi karakterize eden bir "yeni dünya” özlemine yol açar, “yeni dünya” isg "yeni din” ile kurulacaktır.
Kant’ın otonomi kavramıyla anlattığı Batılı insanın "kendi yolunu bulma” gayreti yeni bir makuliyetin keşfine yetmediği takdirde kaçınıl-maz olarak akliyete dayanacaktır bu yeni din. Batı’da sekülerleşme sürecinin zirveye çıktığı XIX. yüzyılda İngiliz edebiyatçı Matthevv Arnold {Cıüture and Anarchy) ve daha sonra T. S. Eliot, kültüre dönüştürülerek Hıristiyanlığın ahlakî özünün korunması gerektiğini savunmuştu ki jfü/. /ÜT'kelimesi X'ü//’ten geliyordu. Batı’da orijinal din, önce theology, sonra reJigion, sonra ideologyvç: en son Katolik dünyada civilisation, Protestan dünyada cuJtııf^. dönüşerek kutsal ve normatif aslını ve böylece meşrulaştırma imkânını tamamıyla kaybetmişti.
Bunun içindir ki Weber, Batılı modernliği karakterize ettiği aidiyet kavramını, sanıldığı gibi olumlu değerlendirici tarzda değil, meşruiyet krizini telafinin bir yolu olarak nötral anlamda kullanmıştır (Freund 1969: 145). Onun nezdinde akliyat. replika telefon Batı medeniyetinin sadece şeklî bir başarısı anlamına gelmektedir; bu kavramla Weber modernliği bir modııs vivendi, yani “bir hayat tarzı, geçici bir denge durumu" olaral< tasvir etmiştir, denebilir. O, rasyonalizasyon kavramıyla Batı’da modem pratiklerin nasıl “akla uygun” hale getirildiğini gösterirken, diğer taraftan, adaletin aracı olarak (tabiî) hukukun şeklîleşmesi, mevzuata dönüşmesiyle meşruiyeân yerini yasallık kavramının aldığını göstermiştir. Büyüsü bozulan modern dünyada artık meşruiyet imkânından ümidini kesen Weber, ]. Habermas’m (Carleheden 2001: 89) eleştirdiği gibi, Ni-etzsche-vâri bir ahlakî izafiyet anlayışını benimsemek zorunda kalmıştır.
Akılcılığın amacı, bilim ve teknik sayesinde fiziksel kadar sosyal dün-|; yanın da denetim altına alınmasıdır ki bu, aynı zamanda bizzat insanın î da bürokrasi gibi anonim öznelerin tahakkümü altına girmesi
doğuracaktır. Akliyehn karakteristiği, bilim ve teknolojinin ürünü evrensel olarak uygulanabilir yasa, kural ve yönetmelikler sayesinde “amaçların araç ve sonuçlarının ince hesabrdır. Bu düzen, ekonomik ve politik alanın sofistike bilimsel ve teknolojik araçlarla düzenlendiği bir teknokrasidir. Teknokratik toplum, hayatı incelikli hesaplarla tanzim eden bürokratik mekanizma sayesinde insanların total bir gözetim altına sokulduğu bir “demir kafes”e dönüşmüştür, NVeber’in benzetmesiyle. Basit bir ifadeyle meşruiyet, insanların “inandıkları gibi yaşaması", akliyet\?,ç: “yaşadıkları gibi inanmak zorunda kalması” olarak tanımlanabilir.
Bacon ile başlayan, bilim ve teknolojiyle kurulacak, kendi kendine işleyen bir dünya özlemi, sonuçta insanlığın nihaî değerlere göre hayatını düzenleme imkânını yok etmiştir. Kutsalın kaybıyla büyüsü bozulan modern dünyada varoluşsal yolculuğuna anlam verecek ulvî gayeleri kaybeden insanlar sonuçta akliyete teslim olarak maddî araçların biçimlendirdiği bir demir kafede hapsolmuş, amaçlar araçlara, idealler gerçeklere, nitelik niceliğe, öz şekle kurban gitmiştir. Gerek Weber, gerekse izleyen birçok Batılı düşünür, niceliğin tahakkümü altına giren medeniyetlerinin yaşadığı çıkmazın karamsarlığı içindedirler. Batılı felsefe ve medeniyet tarihi konusundaki kaynak çalışmalarıyla tanınan Will Durant (1953: Xll)’ın 1929 yılındaki sözlerinin yansıttığı gibi: "Bugün kültürümüz yüzeysel ve bilgimiz tehlikeli, çünkü biz mekanizmalarda zengin ve amaçlarda fakiriz." Ulvî gaye ve değerlerin kılavuzluğundan mahrum nicel olarak devasa Batılı bilginin, atom bombalarına dönüşmesi mukadderdi.
Osmanlı ve Mısırlı düşünürlerin Batı medeniyetini tanımlama tarzlarını karşılaştırmak için meşruiyet/akliyet kavramlarını aydınlattıktan sonra bizzat medeniyet kavramını nasıl algıladıklanna bakmakta fayda vardır. Çünkü bizzat kavramına bakışlan, onların Batı mede-
niyetini meşruiyet i\e mi, akliyet \\e mi karakterize ettiklerine de delalet eder. Batı’ya nisbetle deskriptifhn anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında arhk normatifbir anlam ifade eder olmuştu. Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından belirlenecekti.
Geleneksel dünyada kimlikler, "Müslüman/kâfır" gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da İslam ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. İslam dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristi-^replika telefon yazdı ve sundu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder